İnsanlara pek çok acılar yaşatıp geriye de çok fazla acılar bırakan, “II. Dünya Paylaşım Savaşı” beş yıldan az sürdü. Peki, dünya o haksız savaştan sonra geçen 75 yılda, o kısa dönem içinde yaşanan acıların bir daha yaşanmaması için, soğuk savaş ve silahlanmaktan başka ne yaptı? Koskoca bir hiç üstelik üçüncü bir dünya savaşı yaşanmadığı halde, kan ve göz yaşını daha çok arttı.

Ne yazık ki, tarihi incelediğimizde, bilaistisna tüm devletlerin geçmişinde kirlilik olduğu gibi, Mussolini, Hitler, Franko, Stalin, Mao, Çavuşesku, Salazar, II. Leopold, Tojo, II. Nicholas, Pot, Sung, Mariam, Gowon devam ediyor.
1939’da Hitler,
“Tek Millet! Tek Devlet! Tek Lider Büyük Almanya!” dedi. 50 milyon insan öldü.
1975’te Nixon,
“Vietnam’ı işgal etmeyeceğiz. Halkına zulmeden bir iktidara karşı Vietnamlıları koruyacağız…” dedi. Vietnam’da 1.8 milyon insan öldü.
2001’de Bush,
“Niyetimiz Afganistan’a barış, adalet ve özgürlük götürmektir…” dedi. Afganistan’da 1 milyon insan öldü.
2003’te Bush,
“Niyetimiz Irak’taki kimyasal silahları imha etmek, Irak’a barış, adalet ve demokrasi götürmektir...” dedi. Irak’ta 2 milyondan fazla insan öldü.
2013’te Obama,
“ABD’nin ulusal güvenlik çıkarları için Suriye’ye müdahale edeceğiz…” dedi ölü sayısı henüz bilinmiyor.
Daha acısı bir çocuğun, 1994’te,
“beni öldürmeyin söz veriyorum, bir daha Tutsi olmayacağım.” Dediği Ruanda’da, 800.000 Tutsi katledildi. Bir insanın diğerine neler yaptığı unutabilir, ama onun ne hissettirdiğini asla unutulmaz.
Bugün dijital dönemin soğuk savaşı da güç uğruna yürütülüyor. ABD dijital dünyanın bazı önemli alanlarındaki avantajını yitirmek istemiyor ve Çin'in en büyük rakibi olmasını engellemeye çalışıyor... Avrupa, ABD'den yana meylediyor, başka şansı da yok zaten. ABD diğer ülkeler yaptırımları karşısındaki korku oldukça derin. Çünkü ABD'nin, yaptırımları uygulanmadığı takdirde dünyanın neresine olursa olsun müdahale etmek gibi bir alışkanlığı var.
Satre’nin,
“Düşünce özgürlüğünün olmaması, insanların düşüncelerini söyleyememesi değildir. Düşünce özgürlüğünün olmaması insanların düşünememesidir.” Bu doğru tespitini dünyada yaşanan tüm olumsuzluklar için, Mpliere’nin,
“susan bir bilgin, bir kelime söylemeyen aptaldan farksızdır.” tespiti tamamlar.
Evet, bence de, susmak ve yansız kalmak, insanlık aleyhine çalışmakla eş değerdir. Duyarsızlık, dürüst, vicdanlı, insani, ülkesini ve halkını seven bir insanın kabul edeceği şey değildir. Gözlerimizin önünde süregelen insanlık dışı olaylara, mazlumların çektikleri acılara, nasıl göz yumar, nasıl neme lazım, ben işime bakarım deriz. Bunu diyenlerin yeri insanlık düşmanlarının yanıdır. Acı duymak ahlaki bir şeydir. Çünkü beraber eğlenemeyen insanlar, beraber bir gelecek de kuramaz.
Kesin olarak kime olduğunu bilmiyorum, galiba Cezmi Ersöz ait şu sözle ne güzel anlatılmış insan ırkı,
“Ben bir anne olarak şahidim ki, çıplak bir çocuk doğurdum, üzerinde hiçbir şey yoktu, Tanrı da şahidimdir; Ne bir ulusa dair bayrak, ne bir kimlik, ne de üniforma. Doğurma fiilini bizzat yapan, o mucizevî ana tanıklık eden bir anne olarak yine şahidim ki, doğumumdan şu ana kadar üniforma ya da bayrakla bebek doğuran bir anne görmedim ben! Doğurduğum o çırılçıplak bebek, insan soyunun genlerini taşıyor sadece…” Evet, La Edri’nin de dediği gibi
“Nerde ve hangi kimlikle doğacağımız elimizde değildir ama insan olmak her zaman elimizdedir.”
Hırsız, arsız ve yüzsüzlerin çoğaldığı. Ezmenin, zalimliğin, hoyratlığın, kabalığın, değerbilmezliğin, küfrün “güç” zannedildiği. Kokuşmuşluk, yalan ve yalakalığın “erdem” den sayıldığı bu günlerde, şu da şöyle bir kenarda dursun! Diyemeyiz, dememeliyiz. Ancak insanların büyük bir çoğunluğunun duyguları anestezi altında, her şeyi görüyor, her şeyi işitiyor, ama hiçbir şey hissetmiyor, varsın hissetmesinler. Ama ben, her şeye rağmen insan olma hakkımızı istiyorum ve insanların birbirlerine insan gibi saygı duymasını istiyorum. Hukukta her istek bir davadır.
Gandhi’nin dediği gibi,
“Bizi yok edecek şunlardır, ilkesiz siyaset, vicdanı sollayan eğlence, çalışmadan zenginlik, bilgili ama karaktersiz insanlar. Ahlaktan yoksun bir iş dünyasında insan sevgisi alt plana itmiş bilim; özveriden yoksun bir din anlayışı…”
Şimdi bazılarına sorsam “durumunu anlatınız” birçoğunun cevapları;
“Bir insanın sahip olmak isteyebileceği her şeye sahibim. Bir aile, iş, sağlıklı bir hayat.” Der. Soruma devam edip “
Yaşam sadece bunlardan ibaret mi diye merak ettiniz mi hiç?” diye sorsam yanıtları
“Evet, bu kadar,” olur. Sorularıma ısrar etsem, “
Öyleyse yaşamın anlamı iş, aile, bir gün büyüyecek ve sizi terk edecek çocuklar, gerçek bir sevgiliden çok bir arkadaşa dönüşecek eş. Ve elbette bir gün gelecek iş de bitecek. Bunlar olduğunda ne yapacaksınız?” Bu soruya yanıt alamam, hemen konuyu değiştirirler. O zaman bende onlara,
“hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bugün hayat veren su, yarın sizi boğabilir,” derim.
Ne yazık ki, cehaletin mutluluk olduğu bir ülkede, akıllı olmak da deliliktir. Erasmus’un “Deliliğe Methiye’si” kitabında yazdığı gibi,
“Hakkımda ne derlerse desinler, (zira deliliğin en deli olanlar tarafından bile her gün nasıl ayaklar altına alındığını bilmez değilim) tanrısal tesirlerimle tanrılar ve insanlar üzerine sevinç saçan gene ben, yalnız benim.” Öfke içinde, sessiz kalmanın, bir şey söylemekten daha zor geldiği anlarda yazmaktan başka. Ne yapalım. Bir yazar için en tehlikeli olan şey, bana göre, “başka insanların olmasını isteği şey olmaktır. Çünkü insan haklarının ve adaletin uygulanmadığı bir dünya da, duyarlı ve erdemli insanlar masumluğunu kanıtlayamadığı gibi, suçlanmaktan da kurtulamaz… Bu durum resmen suçlanmadığı bir cürüm olsa dahi fark etmez. Yani esas olarak, işlediği farz edilen suçu hiç bilmiyor olsa dahi masum olduğunu kendisi kanıtlamak zorunda. Üstelik bu şart hepimiz için geçerlidir. Teknik bakımdan, bizleri suçla itham etmeye hazır bekleyen dünyada yaşıyoruz.
Dünyanın önemli sorunlarından biride “otorite.” Yani otoriteye uyanlar otoriteden çok otorite olanlar! Otorite karar verdiği için, hiç bilmedikleri bir ülkeye gidip hiç tanımadıkları insanları öldürmeyi kabul edenler. Televizyonda seyrettikleri savaşı alkışlayabilenler. Problem bu kötülüğü kabul edebilenler ve seyirci kalabilenler. Komşu komşunun külüne muhtaçtır deyip külü almak için hepimiz komşumuzu yakmak isteriz. Arkasından kardeş kardeşi vurur mu diye şaşırırız. Kardeşin kardeşi vurmasında şaşılacak bir şey yok. Kardeşler bilir birbirlerini en kızdıracak en yaralayacak şeyin ne olduğunu… Asıl anlaşılmaz olan bir insanın hiç tanımadığı yüzünü bile görmediği bir insanı öldürmesi, tanımadıkları insanların kaderine uzak bir yerden karar vermek
Deniz, güneşin son ışığının dalgalar tarafından nasıl yakaladığını, ışığın zıplayarak köpükler üzerinde titreştiği, denizin güneşi yuttuğunu gördüğüm gibi, zulme uğrayan insanların güneşin batışının seyrinin verdiği mutluluk hissi ile seyretmeden, dünya ki faşizme karşı omuz omuza olmalıyız, ben umudumu kaybetmedim, çünkü ertesi gün güneşin yine doğacağını biliyordum. Nasıl biz televizyonu kapatınca yayınlar yarıda kalmıyorsa, gözlerimizi de kapatınca zulümler de bitmiyor.
Arundhati Roy
“Otistik hastaların bulunduğunu ve tedavi gördüğü koğuşta, bir televizyon ekranı olduğunu hatırlamıyorum. Belki Nixon, o konuşuyor, gayet ciddi bir vaaz veriyor dünya meseleleriyle ilgili, dünyada olup bitenlerle ilgili, ABD’yle ilgili… Bütün otistikler, yaklaşık 15 kişi galiba, hepsi de televizyonu seyrediyorlar, başkanlarını seyrediyorlar, hepsi de gülüyor! İstisnasız hepsi gülüyor! Bunun sebebini çıkaramamış Dr. Sacks, dolayısıyla tek tek hastalarla bu açıdan görüşme yapmış. Sonunda şunu keşfetmiş, bir otistiğe hiçbir zaman yalan söyleyemezsiniz. Televizyondaki bakan da sürekli yalan söylüyormuş anlaşılan, onlar da işte bu yüzden sürekli gülüyorlarmış. Zaman zaman kendim ve çevremdeki insanlar, dostlar hatta dünyada birçok insan da bu otistik konumdaymış gibi geliyor bana, siz buna ne dersiniz...” (Çekirgeleri dinlemek s 96)
Yazımı Pogo’nun şu sözü ile bitireyim. “Düşmanı bulduk, biziz.”
e-mail m.nesim.sevinc@gmail.com